27.01.2010

28 ocak 2010 Cezayir Mısır maçı


Afrika kupasında nefesleri kesecek yarı final maçı. Ayrıca tarihin tekerrürden ibaret olduğunu kanıtlayacak maç.

Arkadaş ne bitmez çilem varmış anlamadım gitti. Önce dünya kupası elemelerinde 7 haziran 2009 cezayir mısır maçı, ardından 14 kasım 2009 mısır cezayir maçı.

Şimdi de dönüp dolaşıp bu iki takım Afrika kupasında eşleştiler. Yarın öğleden sonra itibariyle iş yeri yine tatil. Cezayir’de hayat yine felç. Yensin istiyorum Cezayir. Yenildikleri zaman hiç çekilmiyorlar çünkü. Neyse ki Cuma gün mesai yok da işe gelip gelmeme sorunu olmayacak. Perşembe gece ve Cuma tüm gün coşup eğlensinler, cumartesiye hızları kesilsin de kafa beyin ütülemesinler. Şaka bir yana Cezayir deliler gibi ilerliyor iki kulvarda birden. Finale çıkmalarına kesin gözüyle bakıyorum. Diğer tarafta Nijerya ve Gana var. Büyük ihtimalle diğer Nijerya finale çıkar ve Cezayir-Nijerya finali izleriz.

Kapıyı kilitleyip elle tekrar kontrol eden esnaf


Muhtemelen bir sonraki hareketi arabanın kapısını kilitledikten sonra onu da ikinci kez kontrol etmek olan esnaftır bu.

Sanırım yaygın bir esnaf psikolojisi bu. Tanıdığım ne kadar esnaf varsa daha kapının önündeyken defalarca kontrol ederler elleriyle. Kilitler kapıyı, kepengini indirir bazısı, sonra kapının kolunu sıkıca kavrayarak ileri geri ittirmeye başlar kapıyı. Yahu kapıda zaten iki tane bilyeli kilit bir de asma kilit var. Neyini kontrol ediyorsun hala anlamıyorum ki. Gücünü mü deniyorsun kapıda, alüminyum doğrama kafana göçecek bir gün haberin yok. Arabanın kapısını kumanda ile kilitledikten sonra kontrol etmeni anlıyorum haydi. Belki yanlış tuşa bastın emin olmak istedin. Yada arabanın kapısı merkezi kilit değil belki birisini açık unuttum kapıların diye kontrol ediyorsundur; ona da eyvallah. Ama n'olur şu dükkânın kapısına ilişme artık.

Var bir tane böyle obsesif arkadaşım, dükkandan çıkmamız resmen seremoniye dönüyor:

- Kasayı topla
- Gün sonu raporlarını al
- Çöp torbasını değiştir
- Vitrini topla
- Işıkları kapat
- Dur bi aşağı kata bakıyım tuvaletin musluğu açıktır belki
- Kasayı kilitle
- Ya aşağıdaki küllüğü boşalttın mı sen? Ben bi bakıp geliyorum hemen
- Çöpü dışarı at
- Alarmı aç
- Kapıyı kilitle
- Kepengi indir
- Kepengi kaldır
- Kapıyı aç
- Olum ısıtıcıyı çekmedim fişten bi baksana
- Isıtıcıyı fişten çek
- Kapıyı kilitle
- Kepengi indir
- Asma kilidi tak
- Kapının kilidini elle ve gözle yokla (bu kısmı askerden hatırlayabilirsiniz)
- Ya bi dakka ya, tabelanın ışığı kapalı kalmış...
- Kepengi kald...

yav bi siktir git hadi...

Ara taransfer döneminde Galatasaray

Büyük takımlar yıldız transferler yaparlar, Uefa.com'a manşet olurlar, dış basında yankı yaparlar, taraftar sevinçten havalara uçar, kulübün resmi sitesinden uçağın geliş saati falan açıklanır, Atatürk Havalimanı stadyuma döner, meşaleler, tezahüratlar diz boyu... Her şey güzeldir, herkes mutludur. Transferi gerçekleştirilen yıldız futbolcu korumalar ve kulüp yöneticisi eşliğinde pasaport kontrolünden çıkar, dış hatlar terminalinin kapısına doğru ilerler ki o mahşeri kalabalığı görür karşısında. Dünyanın çoğu yerinde göremeyeceği bir tablo vardır karşısında. Anlık bir şok yaşar ve araca doğru ilerler kafile. O esnada polis ablukası yetişir imdatlarına. Kalabalığı yararak yıldız transferin ilerlemesini sağlar.

O üzeri kapalı alan daha bir yankılanır yapılan tezahüratlarla, meşaleler yakılmıştır ve göz gözü görmüyordur. Nefes almak bile güçleşir kimi zaman. Taksiciler kornalarına basarlar bir yandan. Futbolcu daha bir heyecanlanmıştır ve gördüğü manzara gerçekten tarifsizdir. Hatta ilk kez basın karşısında konuşuyorken o klişe cümleler dökülür ağzından:

- Çok büyük bir kulübe geldiğimin farkındaydım ama havalimanında gördüklerim beni çok etkiledi. Burası gerçekten çok büyük bir kulüp, Türkler çok sıcakkanlı insanlar. Taraftarımıza layık olmaya çalışacağım ve elimden gelenin en iyisini yapacağım.

Evet, bu şekilde karşılanan futbolcuların %90'ı benzer cümleler kurarlar. Buraya kadar anlattıklarımız hep bilindik şeyler. Dün de oldu, bugün de oluyor, yarında olacak. Galatasaray taraftarı da yapıyor bunu, Fenerbahçelisi de , Beşiktaşlısı da. Aslında güzel bir olay, karşı değilim. Gelen insanın kafasındaki ilk izlenim aslında çok önemli. Geldiği takımın büyüklüğünü ve olayın ciddiyetini anlaması açısından bu tarz bir karşılama aslında abartı değil. Benim bugüne kadar Galatasaray transferleri içerisinde en abartılı bulduğum karşılama Lincoln için oldu. Tamam, büyük beklentilerle gelen bir oyuncuydu. Oynadığı birçok maçta nefeslerimiz kesti belki ama hatırlayanlar varsa ultrAslan resmen çığırdan çıktı o gün. Umarım o tip bir sahneyi başka bir karşılamada görmeyiz. Ben şahsen sıkı bir Galatasaray taraftarı olarak o sahnelerden hiç haz etmemiştim.


Bugün yine müthiş bir transfer var. Yine havalimanına gidenler olacak. Umarım korktuğum sahneler yaşanmaz. Gerçi havanın soğuk olması epey etkileyecektir giden kişi sayını ama… Gencecik bir yetenek geliyor yine Premier Lig'den: "Giovani Dos Santos" Kim ne derse desin büyük başarıdır Haldun Üstünel ve Galatasaray adına. Yarım sezonluğuna kiralık gelse de heyecanlandırmıştır herkesi. Ara transfer döneminde yapılan işlerin en büyüğünü Haldun Üstünel çıkardı. Önceki senelerde sezon başında bile bu kadar sükseli transferler bir arada yapılmadı. O yüzden Haldun Üstünel’e kadar teşekkür etsek yetmiyor gibi sanki.

Şimdi gözler Rijkaard’a çevrildi. Elinde muhteşem bir kadro, birbirinden yetenekli gençler var. Defans hattı biraz daha belirgin olsa da orta saha ve hücum hattı gerçekten hem zor hem güzel bir hal aldı. Kimin oynayıp kimin takımdan gideceği belli değil. Bir yanda Nonda, diğer yanda sihirbazımız Dady Cool’umuz Kewell. Gönlüm hiç razı değil ikisinin de gitmesine. Aykut biraz daha güven veriyor olsa gözümü kırpmadan Leo Franco’yu gönderirim takımdan. Tabi bunun için de biraz beklemek gerek çünkü önünde Gökhan Zan gibi istikrarsız ve güven vermeyen bir adam oynadı. Servet tam adapte olamadı, geçen seneki performansından eser yok. Bu sene ben de takımı tam olarak izleyemedim ama gördüğüm kadarıyla bizim esas sorunumuz geri dörtlüde. Takım bir şekilde gol atıyor ama gol yemeden edemiyor. Bazen kaleci hatası bazen defans hatası. İkinci yarı itibariyle maçları da yakından takip edecek olmamdan dolayı daha net yorumlar yapabileceğim artık.

Leo Franco’nun kaldığını ve gidecek isimlerin Nonda ve Kewell olduğunu varsayarsak önümüze daha net bir tablo çıkıyor. Kewell henüz sözleşme yenilemedi ve birkaç sürecek bir sakatlığı var. Yönetim sezon sonundan başlayan bir sözleşme istiyor Kewell’dan. Sakatsın sana para vermeyiz diyorlar. Aynı yönetim 2,5 senedir Linderoth gibi bir adama sabretti ama Kewell’a birkaç ay sabredemiyor. Taraftarın en çok sevdiği futbolcuların başında bu adam. Hatta kendi adıma söyleyebilirim ki en sevdiğim futbolcudur Galatasaray takımında. Çoğu zaman Arda ile yarışır benim gözümde, ki geçtiği zamanlar da olmuştur.

Forvet hattına yapılan Jo transferi, Baroş’un sakat olması, ve bugün yapılan bir diğer transfer Dos santos. Jo Avrupa maçlarında yok, Baroş sakat. Dos Santos’un yanında oynayacak isim aslında belli: Nonda. İşte bu yüzden gönderilmesi en muhtemel isim Kewell. Ama gönderilmesini en son isteyeceğimiz isim de kendisi. Ne olacak tam bir muamma, birkaç gün içerisinde belli olacak. Ya çok sevineceğiz, ya çok üzüleceğiz. Sevinirsek kimin gittiği önemli olmayacak. Biliyoruz ki Kewell kaldıktan sonra gerisi önemli değil. Ama üzülürsek bu kesinlikle Kewell için olacak, giden başka bir isim için değil.

O yüzden daha önce eşi benzeri olmayan bir veda yapılmalı Kewell’a eğer gönderilecekse. Nasıl karışılıyorsak gelirken, giderken de öyle uğurlamalıyız Dady Cool’u. Karamsar bir tablo çizmiş olabilirim ama durum bana göre böyle.

25.01.2010

Algérie 3-2 Côte D'Ivoire

"One Two Three, Viva L'Algerie"

Hani diyordu ya "Bu bir sevgi olay Ercan" diye, bu da gerçekten bir sevgi olayı. İnanılmaz derece fanatikler bu Cezayirliler. Ben bazen millet olarak acaba çok mu fanatik davranıyoruz fana diye düşünürdüm ama yanılıyormuşum meğer. 2006'dan beri bu ülkede yaşıyorum ve daha önce bu kadar heyecanlı maçlar yoktu. Lig maçlarının falan çok ateşli geçtiğini biliyordum ama iş milli takımlar seviyesine geldiğinde gerçekten daha da farklı. O fanatik gruplar, ateşli taraftarlar, yer yer satırla bıçakla gezen insanlar bir olmuş, aynı cümleyi haykırıyorlar: "One Two Three, Viva L'Algerie" Bizdekinden çok daha farklı kareler var. Genci yaşlısı, kadını erkeği hepsi aynı tonda. Herkesin elinde bayrak, herkesin üzerinde yeşil-kırımızı-beyaz. Çalıştığım fabrikada işçilerin giriş çıkış saatleri bile maç günlerinin ertesinde çok hareketli oluyorlar. Fabrikanın çoğunluğu 20-25 arası bayanlardan oluşmasına rağmen, giriş çıkışlarda stadyuma dönüyor ortalık. Şapkalar, bayraklar, marşlar, tezahüratlar gırla... Sanırım yıllardı çekilen çilelerin, eziyetlerin ve insanların içlerinde kalan bastırılmış duyguların dışavurumu bu. Seslerini daha gür duyurmak ve biz de buradayız demek için ellerinden geleni yapıyorlar. Belki bizim bile olamadığımız kadar tek vücut oluyorlar.

Heyecan fırtınası tüm hızıyla bu maçta da devam etti ve normal süresi 2-2 berabere biten maçı uzatmalarda Cezayir Milli Takımı 3-2 kazanarak adını yarı finale yazdırdı Afrika kupasında. Avrupa'ya son yıllarda daha fazla oyuncu veren bir takım Cezayir. Gerçi bu futbolcuların bir çoğu Cezayir asıllı Fransız ama yine de menşei Cezayir.

İki kulvarda birden ardı ardına başarı yakalayan Cezayir 2010 yılında adını daha fazla duyurmaya devam edecek gibi görünüyor. Hem dünya Kupasında gruplara kalmış olmaları hem de Afrika Kupasında yarı finale çıkmış olmaları tesadüfü bir başarı değil. Bence ülkenin tek sorunu futbola yeteri kadar yatırım yapılmıyor olması. Yıllardır içimde bir ukde aslında, bu topraklarda bir futbol okulu açmak.


 Evet, sağdaki ben oluyorum. Maçın hızına ben de kendimi kaptırıp şapkayı bayrağı aldım, indim sokağa. Elimde Cezayirlilerin de ellerinden düşürmediği expresso kahvem, sigaram Cezayir'i destekledim. Bu maç çok garipti aslında. Bir yanda 4 senedir ekmeğini yediğim ülke, bir yanda deli kara Keita. Maç benim için öyle güzel sona erdi ki; Ketia hayvani bir gol attı ve maçı da Cezayir kazandı. Daha ne olsun.

23.01.2010

Haldun bana birini hatırlattın: Ramiz Dayı


Haldun: Mesele yıldız transfer etmekse, son 3 yılda en yıldız futbolcuları ben mi getirdim siz mi kardeş?

x takımlı yönetici: Ama biz…

Haldun: Mesele sambacı, tangocu getirmekse Avrupa’dan mı getirmek zordur Güney Amerika’dan mı getirmek zordur kardeş?

x takımlı yönetici: Ama şimdi…

Haldun: Mesele milleti göt etmeye doymamaksa eğer ben transferimi yaptım parasını Manchester City ödeyecek, sonrasına da bakacağız, biraz da siz transfer yapın şimdi.

x takımlı yönetici: Ama nasıl yaa…

Haldun: Mesele transferse eğer hemen transfer yapmak kolay.

x takımlı yönetici: Ama Corinthians, Sport Club Corinthians Paulista, L'ombelico del mondo?

Haldun: Mesele transfer değil…

x takımlı yönetici: Mesele ne peki?

Haldun: Her şeyi ben mi söyleyeceğim, onun orasını da sen düşün kardeş…

21.01.2010

Yoklama kağıdını pembe kalemle imzalayan kız


Yoklama kağıdını aynı pembe kalemle imzalayan bir de sevgilisi vardır bunun. İkisi de maldır. Asıl mallık ben de ki, bunları arkadaş edinmişimdir. Efendim olay şöyle:

Zaten güç bela başladığım üniversite hayatım alttan derslerin çoğalması ve derslerin giderek bir biriyle çakışmasıyla giderek daha da zor bir hal almaya başlamıştı. Yine böyle zorlu bir günde mutlaka girmem gereken 3. ve 4. sınıf dersleri aynı saate denk geldi. Ben tabi doğal olarak 3. sınıfın dersine girip not tutmayı tercih ettim. Ne de olsa 4. sınıf dersini okulu uzatmam durumunda yeniden alabilirdim ve görünüşe göre de okul uzuyordu zaten.

Ben alttan dersime girip paşalar gibi notlarımı tutarken diğer derslikte benim yerime imza atmasını istediğim mal arkadaşım sevgiliyle beraber derse girer. Yoklama kağıdı gelir, hatun kişi pembe kalemiyle kağıdı imzalar. Akabinde benim sığır ötesi arkadaşım sevgilisinden aldığı bildiğin, bayağı fosforlu pembe kalemle hem kendi yerine hem de benim yerime imzayı çakar, yoklama kağıdını yan tarafa verir.

Şans bu ya; o gün sınıf mevcudu ve imza arasında alakasız bir oran vardır ve yrd.doç. hemen sınıfı saymaya koyulur. bir bakar kağıtta 60-70 kadar imza var, sınıfta 40 kişi ya var ya yok. Yoklama kağıdına bakar ve öncelikli olarak sırıtan pembe imzaların isimlerini okur. pek tabi mal arkadaşım ve sevgilisi "burdaaa" diyerek varlıklarından haberdar olmasını sağlarlar yr.doç'un. Sonra o an gelir ve benim ismim telaffuz edilir. Sınıftan haliyle çıt çıkmaz ve yardımcı doçent mal arkadaşıma dönerek:

- Ee hadi kendi imzanı pembe kalemle attın da, arkadaşının yerine imza atarken sıradan mavi yada siyah kalemle imza atmak aklına gelmedi mi hiç? Puştluğu bile beceremiyorsunuz, heheuehehe...

Falan der ve fena halde makaraya sarar bizimkileri. Ders arasında olay bana anlatıldığında önce gülme krizlerine girdim, sonra da devamsızlık yüzünden dersten kaldığımı öğrenince küfürler yağdırdım bizim sığıra.
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=17909314

20.01.2010

Yurtdışında Türk ile karşılaşmak


Her zaman tat vermeyen karşılaşmalardır. Hele ki gidip geldiğiniz ülkede çalışan yada yaşayan Türklerin büyük bir çoğunluğu "inşaat işçisi, demir ustası, kalıp ustası, asfalt teknisyeni" gibi kişilerse; Türk gördüğünüz zaman kaçacak delik ararsınız bazen. Elinizde mavi pasaportu gören yada bir kaç kelime Türkçe konuştuğunuzu duyan yanaşır hemen:

- Ooo hemşerim napan ya. ne iş? Napıyon burada.

İki saat anlat artık mesleğini, çalıştığın sektörü, yaşadığın şehri. yarım yamalak öğrendiği Arapçayla, Fransızcayla yaptığı espirileri zaten hiç çekilmez.

- Ya şu benim valizle ilgili bi problem var, sen okumuş adamsın şunu bi hallet yeğenim.

Yav amca, yav adam... Bavulumu kontuara verip bekleme salonuna geçeceğim birazdan. Kahvemi alıp sigara içmek istiyorum. Bana ne senin bavulundan bagajından amına koyim...

- Anaahh bak la bunlar da Türkmüş.. Loo hemşerim bu markette isot yogkmu mu hele bi soruver?

Zıkkımın kökünü ye emi. Yav yanımda eşim var görmüyor musun lavuk, Allahın kırosu. Önce konuşmayı öğren, hadi şiven farklı anlıyorum da, yanında bayan olan bir adama nasıl hitap edilir onu da mı bilmiyorsun be...

- İstanbul'a de mi..

Yok ben İtalya üstünde inecem gardaş... Ulan direkt sefer işte bu İstanbul'a tabi nereye olacak denyo. Yanıma denk geldin uçakta ama ben seninle 4 saat boyunca konuşmak zorunda değilim ki. Hadi bir şekilde muhabbete başlamak için bir kaç klişe soru sordun da, ondan sonra devam ettirdiklerin ne? Yav napacan aslımı öğrenip ki? Bir daha mı görüşeceğiz seninle. Bayramlarda kart mı yollayacaksın yavşak.

13.01.2010

Ateş yokken sigara yakmak


Uzun süren uğraşlar sonunda kafayı çalıştırmaya yönelten metotlardır.

Sene 99, bir arkadaşımla beraber cebimizdeki harçlıklarla arabaya tüp doldurup 2-3 günlüğüne Erdemli'deki yazlığa gidelim dedik. Düşün gaz o zamanlar ne kadar ucuz. Öğrenciyiz yani bir de. Gece eve geldik, gelirken de yoldan durup aldığımız biralar vardı. Ilımış biraz o yüzden buzluğa koydum hemen. Eşyaları falan yerleştirdik gecenin saat 2 si falan oldu artık. Yorgunluk da çökünce mehtaba karşı bir kaç bira içip yatalım dedik. Aldım buzluktan biraları oturduk balkona. Biranın en güzel mezesini çıkardım, kırmızı malbuş.

Tam elimi çakmağa attım ki kafamdan kaynar sular döküldü. Gazı bitmiş. Evi biraz aradım taradım çakmak yok. İçinde 2 çöp kalmış bir kibrit kutusu buldum. Birisinin kükürtlü kısmı kırılmış denedim yanmadı. Elimde kalan son çöpe bakıp iç geçirdim bir an. bir gayret onu da sürttüm kibritin kenarına rutubetli olduğu için o da dağıldı. Sinirlenmeye başlamıştım. Gittim tekrar balkondan gazı biten çakmağı aldım. Kafasındaki metali söküp gaz ayarını sona getirdim, nafile bir türlü yanmadı. amına koduğum çakmağı diyerek denize doğru fırlattım. Yine de pes edemezdim, biramı açmıştım ve tekrar ılımasına müsaade edemezdim, düşünmeli bir çözüm bulmalıydım.

Evreka! diyerek salona koştum tekrar. Amerikan mutfak denen şeylerden vardı evde, mutfak salonun içerisinde, bar gibi yani görünümü. Bir hamleyle barın üzerinden atlayarak fırına doğru koştum, ama unuttuğum bir şey vardı; fırının üzerinde dahili çakmak yoktu. Ve taşı cillop gibi çalışan çakmağı da az evvel denize fırlatmıştım. Bir ümit daha suya düşmüş bira giderek ılımaya başlamıştı ve ben de giderek daha da sinirlenmeye başlamıştım.

Balkona çıktım, derin bir nefes aldım ve kesin bir şey bulacağım dedim. Bu arada ne talihsizliktir ki arabadaki çakmak da bozuktu ve gecenin körü olduğu için açık yer bulamayacağımı da bildiğimden 5 kat inip arabaya yeltenmiyordum hiç.

Olmaz ya bir deneyim diyerek geldiğimizden beri yanmakta olan ampule tuttum sigarayı. Sıcaktı epey ama sigarayı yakmaya yetecek kadar değildi. Bu saçma fikri de geçmiştim ve bir anda yatak odasında bulunan ütü aklıma geldi. Evet, ütü gayet ısınan bir aletti ve üzerinde unuttuğumda gömleği bile yakıyorsa sigaramı da gayet güzel yakmalıydı. Hemen prize takıp beklemeye başladım. Isındıktan sonra da ara ara sigarayı alta tarafına basıp basıp körüklüyordum. Ama bu da olmadı. Tam prizden ütüyü çıkarıp katalitik sobanın üzerine koydum ki... Bir dakika ya, katalitik mi dedim ben? Evet lanet olası katalitik soba vardı evde. Ne sebeple oradaydı bilmiyorum ama orada öylece duruyordu işte.

Hemen gaz düğmesini çevirip çakmağına bastım ki gazın gelmediğini fark ettim. Bir kaç saniye düşünüp mutfağa koştum, fırından söktüğüm tombul tüpü getirip katalitik sobaya taktım. Bu sefer yanmıştı. Zaten kan ter içinde kalmıştım ve sigarayı yaktığım anda sobadan gelen sıcaklıkla birlikte göğsümden terler süzülmeye başladı iyice. Hemen sobayı kapatıp balkona geçtim. Elime aldığım şişeyi mehtaba doğru kaldırarak bir nefes daha çektim sigaramdan. Evet mutluluktu bu resmen.

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=17770832